endişelenmek…

17 Kasım 2013

“…çocuklukta insanlar, hayvanlar ve olaylar belirir ve varlıkları kabullenilir, sonra ortadan kaybolurlar; hiçbir açıklama yapılmaz, hiçbir şey sorulmaz.
ama şimdi kedileri, hep kedileri, onlarla ilgili yüzlerce olayı, kedilerle birlikte geçen sayısız yılları hatırladığımda, bu kedilerin ne ağır bir iş yükü anlamına geldiğini hayretle anlıyorum. şimdi londra’da iki kedim var; iki küçük hayvan için insanın bu kadar endişelenmesi, zahmet çekmesi ne kadar anlamsız diyorum sık sık.
bütün bu işleri annem yapıyordu herhalde. çiftlik işleri erkeklerin, ev işleri kadınlarındı; ev işleri şehirde yapılanlardan çok daha ağır olsa bile. İnsanın yapacağı işleri mizacı belirlediği için de bu işler onun göreviydi. annem zeki, insancıl ve dirayetli biriydi. en önemlisi de her konuda pratikti. dahası da var: annem insanlığın, işlerin nasıl yürüdüğünü bilen takımındandı ve olayların gerektirdiği gibi davranırdı. gayet sevimsiz bir rol…”

(Kedilere Dair – Döris Lessing)

âşık olmak…

20 Ekim 2013

“çocukken ne iyiydi leylâ, 5 arkadaştık biz. bu yekûn zaman zaman değişirdi. ekseriya üç kalırdık. bütün günlerimiz antalya kıyılarının o sıcak ve hatt-ı istiva iklimi bizi cenup beldelerine çektikçe, hayaller kurmakla geçerdi. neler düşünmez, cenup denizlerinde ne şirin adalara sahip olmazdık. bu hayaller hakikat olsaydı ve sağ bir de robenson olsaydı eminim ki kıskançlığından çatlardı.

ama bunlar cemiyet içine girmeden, sosyoloji okumadan evvelki zamanda idi. sonra cemiyet içinde çalışan insanları, çalışmayan insanları, açları, tokları, mustaripleri gördük, büyük, küçük şehirlerde gözlerinde ümit parlayan… bazen dizlerinde derman kalmayan insanları gördük… hikâyeler dinledik leylâ… kan kusanların hikâyelerini, altın kusanların hikâyelerini ve daha neler gördük leylâ, daha neler dinledik bu şehirde. kitaplarda okuduklarımız da caba…”

(Leylim Leylim – Ahmed Arif)

Yazının devamını oku »

bulmak…

24 Eylül 2013

“tanıdığımız en güzel insanlar; yenilgiyi, acıyı, çileyi, mücadeleyi ve kaybetmeyi tanımış ve en diplerden tekrar çıkış yolu bulabilmiş olan insanlardır. bu kişilerin; hayatı takdir eden, duyumsayan ve anlayışla karşılayan nitelikleri, onları yoğun bir merhamet, nezaket ve sevgi duygusuyla doldurmuştur. insanın erdemi bir anda oluşuvermez…”

(Ölüm ve Ölmek Üzerine – Elisabeth Kübler Ross)

Yazının devamını oku »

anlamak…

20 Ağustos 2013

“sonuçta, bir insanın hayatın anlamını niye bilmek “istemesi” gerektiği sorusunu daima sorabiliriz. insanlar hayatın anlamını bilmelerinin daha iyi bir hayat sürmelerine yardımcı olacağına emin midir? ne de olsa insanlar, bu sırra ermeden de mükemmel biçimde hayatlarını sürdürdü. veya belki, öteden beri bunu bilmeksizin hayatın sırrına vakıflardı. belki de hayatın anlamı nefes alıp vermek kadar basit ve farkında olmaksızın şu an yapmakta olduğum bir şeydir. peki ya saklı olması bir yana, gözümüzün önünde olduğu için anlaşılmazsa? hayatın anlamı belki peşine düşülen bir amaç ya da dibi taranan bir gerçeklik yığını değil, yaşamak ediminin ta kendisinde ya da belirli bir yaşam tarzında dile gelen bir şeydir. sonuçta bir anlatının anlamı, onun yalnızca sonu ya da gayesi değil, anlatının kendi sürecidir…”

(Hayatın Anlamı – Terry Eagleton)

Yazının devamını oku »

öl(me)mek…

04 Ağustos 2013

“yüreğimi bir kalkan bilip sokaklara çıktım,
kahvelerde oturdum çocuklarla konuştum,
sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum, 
bugün de ölmedim anne.

kapalıydı kapılar, perdeler örtük,
silah sesleri uzakta boğuk boğuk, 
bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük, 
bugün de ölmedim anne.

üstüme bir silah doğruldu sandım, 
rüzgar, beline dolandığında bir dalın, 
korktum, güldüm, kendime kızdım, 
bugün de ölmedim anne.

bana böylesi garip duygular, 
bilmem niye gelir, nereye gider?
döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar,
bugün de ölmedim anne…”

(Bugün de Ölmedim Anne – Ahmet Erhan)

Yazının devamını oku »

uçmak…

01 Ağustos 2013

“kuşlar kuşlar!

senden uçmuşlar…”

(Kuşlar – İlhan Şevket Aykut)

Yazının devamını oku »

soldurmak…

18 Temmuz 2013

“sonra sonra onun ebleh suratına her baktığımda, dudaklarımı tiksintiyle her büzüştürdüğümde bizi bir arada tutan yasanın varlığıyla ürperdim. yalnız olduğunu sanıp şevkle burnunu karıştıran birinin ifadesi vardı yüzünde her bana baktığında. dişleri iğrençti. öğle paydosunda oraya buraya sürttüğü salçalı ellerinin telaşı, göbeğini kaşırken yüzüne yayılan baygınlık, çay içerken havaya kalkan kıllı serçe parmağı, ne idüğü belirsiz tükürüklü şivesi dilinin, iğrençti. ondan tiksinmekte bir tuhaflık yoktu. ondan kim niye tiksinmesindi? sorun, benim de ondan tiksinmemdi. benim de, herkes kadar. bu yüzden ona her baktığımda kendi ruhumdaki makas izlerini gördüm. hazla aşağılayan, aşağılayıp sızlanan, sızlandıkça irileşen, çeperine kabuğuna sığmayan bu gıcırtılı ruh benimdi. gündeliğin diline zerre sabrım yoktu. bir yandan da sapına kadar bıçağımın, bir gündelikçiydim ben. ve etkafadan bir an olsun tiksinmemeyi başarsam, dünyayı solduracaktım…”

(Devr – Birgül Oğuz)

Yazının devamını oku »

kalakalmak…

12 Temmuz 2013

“amcası bir gün göletin ortasına yürümüştü. çalıştığı otelin geniş ön bahçesindeki göletin. su kalçasından yukarı çıkmak bilmemişti bir türlü. iş arkadaşları onu çıkarmış, kuru bir pantolon verip sıcacık mutfaktaki bir sandalyeye oturtmuşlardı (kasım ortasıydı). temiz çorap bulunamamış, ayakkabıları bir fırının üzerine konmuştu. böyle olmuştu aşağı yukarı, bildiği bu kadardı. daha sonraları da fazlası anlatılmamıştı kendisine. yalnızca gölete girdiği ve orada bir süre dikilip kaldığı -otelin verdiği kemere kadar ıslanmış halde. şaşırmıştı belki. suyu daha derin tahmin etmiş olmalıydı.

orada bulunuşunun amcasıyla bir ilişkisi vardı. en azından öyle olduğundan şüphelenmeye başlamıştı. gün geçmiyordu ki amcası aklına gelmesin; otelin göletinde, pürüzsüz suda öylece dikilişiyle gözünün önünde canlanmasın. o denli kötüymüş ki, bele bile çıkmayan suda boğulunamayacağını idrak edecek durumda değilmiş. ne de kendini suya bırakıverecek durumda. otel mutfağında bulabildiği ne kadar ağır şey varsa bütün cepleri onlarla dolu.

çok uzun bir zamandır aklına bile gelmemişti amcası; muhtemelen şimdi bu yabancı ülkede bulunuşu ve tıpkı o zamanki gibi aylardan kasım oluşuydu aklına gelmesinin nedeni -ya da bir insanın artık hayatını ne yöne götüreceğini bilemez olunca nasıl tükenebileceğini içinde hissedişiydi. sığ bir otel göletini insan bir yerinde sayış, bir duraklayış, başsız sonsuz bir çember olan kıyısını dasınırları kalmamış bir bugün, geçmiş ve gelecek gibi hissedebilirdi. bu şekilde onu, hiç kıpırdamadan, suya başını sokmaya gayret bile etmeden öylece dikilişini anladığını da düşünüyordu. duraklayış. tensel hiçbir şey yok: ne seks, ne erotizm, ne bir beklenti duygusu. bir aya yakındır bu evde, aslan ayaklı küvette yattığı zamanların dışında, elini bir kerecik olsun bacak arasına atmamıştı. bu evde amcası o gölette nasıl dikilip kaldıysa, öylece kalmıştı…”

Dolambaç – Gerbrand Bakker

dolaşmak…

31 Aralık 2012

“babamla uzun müddet çarşı pazar dolaştığımızı ve bana bir şeyler aldığımızı hayalen hatırlıyorum. babamla her an yanyana olduğumuz, onu belki en yakın gördüğüm zamanlar bu zamanlardı. bu dönem, yaklaşık bir beş altı sene süren bu dönem babamın gene en mesut dönemiydi ve bunu söylemekten tarif edemeyeceğim bir hal içindeyim ama buna sebep bensem, sonrasına sebep de bendim. ben neydim de bu kadar büyük bir şeydim, her şey o kadar küçüktü de ben bile mi büyük kaldım, gözlerim benden küçük bir şeyi sezemezken ben birinde nasıl böyle büyüdüm, hiç bilemedim. anladım ki o ben değildim de işte bir hayalin ucu, ipi ya da her neyse zihinde bir şeydim. yoksa ben, neydim ki birinde büyüyeyim, yer kaplayayım, çoğalayım? mümkün değil. o zaman denebilir ki kırılmadan, bunu demekle perişan olmadan, ben bir nesne gibi bir şeydim. bir şey, daha büyük başka bir şey içindir, başka bir şeyin aracıdır, insan da başka değildir. ama bunu kabul etmek kolay değildir. kabul edilir, peki sonra, nasıl devam edilir, kabulle bitse, her şey bitse. işin tuhaf yanı her şey de kabulle başlıyor…”

(Coşkuyla Ölmek – Şule Gürbüz)

anlaşmak…

07 Ekim 2012

“iki insan birbirlerini tanıdıkça, aralarında konuştukları dil sözlüklerde karşılığı bulunan sözcükleri aşar. samimiyetle yeni bir dil doğar, iki âşığın birlikte işledikleri ve başkalarınca hemen anlaşılamayacak öyküye göndermelerde bulunan bir “özel” dildir bu. onların paylaşılmış deneyimlerini ima eden bu dil, ilişkinin tarihini barındırır içinde, sevgiliyle konuşmayı başkalarıyla konuşmaktan ayıran da budur…”

Aşk Üzerine – Alain De Botton

korkmak…

26 Eylül 2012

“hazel’ın kaşları sorgular gibi biraz kalktı ona bakarken, ama sonra başka bir şey yapmak için arkasını döndü. geçen haftalarda ona birkaç kez, “sorun nedir, sevgilim?” ya da “ne düşünüyorsun?” diye sormuş, ama carter her zaman ona yanıt verecek durumda olmamış ya da bir şey söylemek istememişti. yüzüne tuhaf bir ifade geldiğinde her zaman kesin bir şey düşünüyor olmadığını biliyordu carter. altı yılda yüzü değişmişti yalnızca ve hazel buna henüz alışamamıştı. ama, “tüm dünyanın büyük bir cezaevi gibi olduğunu ve cezaevlerinin yalnızca dünyanın abartılı bir biçimi olduğunu düşünüyorum,” yanıtını vererek onu huzursuz ettiğini biliyordu. tıpkı o geceki gibi ne kastettiğini açıkça anlatamamıştı. cezaevi olmayan dünyada da kurallar ve yönetmelikler var, demek istiyordu ve zaman zaman bunlar korku ürünleri olmak dışında bir anlam ifade etmiyordu. herkesin kafasında bazen yüzeyin altında yatan cezaevinden daha da çılgın bir dünya olduğunu hissediyordu. dünyanın geri kalan kısmı bir insana ne zaman uyuması ve yemek yemesi gerektiğini söylemeden, başkaları bu şeyleri yapmadan insan delirirdi. o akşam buna inanıyordu, çünkü böyle hissediyordu, hatta hâlâ buna inanıyordu, ama hazel inanmadığı için kendini ne kadar anlatmaya çalışsa bu fikir o kadar saçma geliyordu…”

(Cam Küre – Patricia Highsmith)

kazanmak…

06 Eylül 2012

“kimi köşeleri döndüğümde güzel yerler, güzel insanlar bile görürdüm. kimi sokaklara saptığımda şaşırtıcı bir sessizlikle karşılaşır, dolayımda huzura benzer bir şeyin gezindiğini duyardım. kimi kez, kalabalık, gürültülü bir sokakta bile, bir ağacın gökyüzüne çizdiği resim yüreğimi çarptırırdı – ya da bir kızın çok güzel gözleri… bir başkasının yaşamını sürdürüyormuşum duygusu sık sık uyanmazdı içimde. belki arada bir… şimdiki gibi her ânıma egemen değildi. içimde arada bir uyansa bile, bugünküne benzeyen, ama değişik bir duyguydu. asıl yaşamımı yaşamadığımı, ama aradığımı duyardım, hiç bulamayacağımı aklıma getirmeyip hemen o sırada bulamadığım, yakalayamadığım için sabırsızlanır, kimi kez hırçınlaşırdım. şimdiki gibi, asıl yaşamımı yitirdiğimin, hiç yakalayamadan yitirdiğimin bir başkasının yaşamını sürdürmenin bilinciyle bunalmaz-dım. kötüler kazanmamıştı daha, hayır…”

(Akışı Olmayan Sular – Pınar Kür)


bozulmak…

02 Eylül 2012

“richard başını sallayarak yemeğine devam etti ve patty kendisinin, esasında gerçekle en ufak bağlantısı olmayan bir hayal dünyasında yaşayan biri olduğunu anladı. banyoya gitti ve richard’ın dışarı çıkıp kerestelerle uğraşmaya başladığını duyana kadar kapalı klozetin üstünde kalbi çarparak oturdu. sabahleyin başka birinin çalışmasının ilk seslerinde tehlikeli bir hüzün vardır; sanki sessizlik, bozulduğu için acı çekiyordur. iş gününün ilk dakikası size bir günü meydana getiren bütün öteki dakikaları hatırlatır ve dakikaları tek tek ele almak hiç iyi bir şey değildir. ancak o çıplak, yalnız ilk dakikaya diğer dakikalarda katıldıktan sonra gün, günlük haline sağ salim bürünebilir. patty banyodan çıkmadan önce bunun olmasını bekledi…”

(Özgürlük – Jonathan Franzen)

 

yazmak…

01 Eylül 2012

“ahmet nasılsın? işyerinde otururken canım sıkıldı , yazayım bir şeyler dedim… bugün cuma… dün akşam mudanya’ya gittik, kışlık konserveler reçel falan yapmış annem; kavanoz, şeker, bir şeyler götürdük. çocuklar çok seviyor orayı, bahçede oynuyorlar ya. kış girmeden gel bir ara, bekliyoruz. çok açma arayı ahmet. bir hafta sonuda fethiye halama gideceğiz, nuriye istiyor, annem, nagihan… vakit olursa kış girmeden makedonya’ya gitmek istiyorum iki günlüğüne. uçakla. ucuz bilet oluyormuş ara ara… ne var orda diyeceksin? ne bileyim bir şey yok ama hoşuma gidiyor işte. bir kaç müşteri falan bulabilsem, bari ara sıra gitmeye sebebim olur. dediğim gibi görüşelim. bir ihtiyaç olursa ara mutlaka. kendine iyi bak…” *

(… – H. Yılmaz)

* bir arkadaşımın abisinin yazdığı mektuptan…

g/özlemek

31 Ağustos 2012

“seni uyumak zor. hele beni düşündüğünü düşlemek, kendi âlemimin kuytusundan yaşantını gözlemek eziyete dönüşüyor bazen. sen zamanı eyliyor, ben burada kaburgalarımın içine sıkışmış, günden güne ciğerine işleyen bir yara gibi zamanı içiyorum. düşümde hep yalnız görüyorum  seni. zevraki’yle didişirken, fotoğraf makinenle dünyayı dikizlerken, bir sohbetin en hararetli yerinde dalıp giderken gözlerin, başın öne düşük yalpalı adımlarla odanı arşınlarken, arzuları ertelemenin yakıcı eksikliğini ben duyuyorum göğsümde. hislerin önce bana değiyor, sonra taşlaşıp karanlığa yuvarlanıyorlar. taşların arasında kaldım burada.  belim, bıkınım, sırtım durmadan ağrıyor.  dünyayla aramızda aşılmaz bir duvar gibisin. bu yüzden seviyorum panayırları.  yaşantıya direnen, direnmekten yorgun düşen yerlerin, karnın, bağrın, şakakların bir süreliğine de olsa düşünmeyi bırakıyorlar çünkü.  kalabalığa değmek bana düşüyor, sensiz…”

(Yüzünde Bir Yer – Sema Kaygusuz)

anlatmak…

28 Ağustos 2012

“emin ol, dedi; verdiğin güvenceye uyarak doğruluğundan kuşku duymadığım hastalığının iyileşmez bir şey olduğuna inandığım an, buyruklarını yerine getirip sana bir yakma kulübesi hazırlayacağım. hem onu, ateşledikten sonra benim de seninle birlikte içine sığabileceğim kadar büyük yapacağım. senden bir saat bile ayrılmaya gönlüm razı olmayacağından ben de seninle birlikte ateşe dalacağım. ama özellikle beni de yakından ilgilendirdiği için, neyin var, bana söylemelisin. hastalığının adını vermelisin ki; hiç olmazsa şifa bulmayacağına inanarak ikimizin yanma törenine hazırlanayım. bu sözün haklı ve yerinde olduğunu onaylarsın, hem ben, sınırlı anlayışımla bunun doğruluğunu kabul edersem, benden kat kat daha akıllı olan sen buna kim bilir ne kadar kolaylıkla razı olacaksın. ben kendimi bir an için senin yerine koyarak senin kafanı kendi omuzlarım üzerinde duruyormuş gibi düşünecek olursam, usumdan, daha doğrusu senin usundan geçirdiğin gibi kapsamlı sonuçlar verecek olan bir şeye karar vermeden önce hastalığımın şifasızlığını başkalarının da deneme ve onaylarına sunardım. bunun için anlat…”

(Değişen Kafalar – Thomas Mann)

içmek…

24 Ağustos 2012

“meyhane, ağzına kadar doluydu. herkes şarkı söylüyor, gülüyor, konuşuyordu. yakınlarda gelmiş ve birdenbire meşhur olmuş bir yunan opereti trupunun ağzından toplanmış birkaç şarkı her masadan ayrı ayrı yükseliyordu. dostlariyle gelmiş işçi kızlar, evlerinden, o gece beraber eğlenmek için alınmış fahişeler, bekar memurlar, bilmediğimiz ihtisaslariyle gündelik hayatımızı yapan, elleri nasırlı vardakosta işçiler, hepsi kendi insanlık yükleriyle, ayrı ayrı diyarlardan gelmiş küçük kervanlar gibi buraya, alkolün su başına, bu hep bir arada paylaşılan acayip inzivaya konmuşlar, mizaçlarının ve talihlerinin kendilerine emrettiği susuzluğu, -kimi unutmak, kimi hüzünlü hatırlama, kimi hayvani hazlar- kandırmağa çalışıyorlardı.

alkol bazılarının yüzünü bir sünger gibi silmişti. bir kısmının yüzü ise aydınlık bir mağaza vitrini gibi parlıyordu. fakat hepsinde onun verdiği yarım uykunun altından bir irsiyet, gömülü bir his, alçakça bir tasavvur, doludizgin koşmak, kendisini her ne pahasına olursa olsun tatmin etmek isteyen arzu, kin, öldürme ihtiyacı, ertesi sabah unutulacak veyahut daha hazini bütün ömrünce devam edecek fedakarlık hissi, uzun zaman karanlık ve rutubette beslenmiş hayvanlar gibi uyanıyorlar, tırmandığı kaya parçasında ve güneş altında ısınan kertenkeleler gibi canlı ve dikkatli bekliyorlar, sonra acayip bir değişiklikle ellerine geçirdikleri bu insan malzemesinin, bu küçücük ve canlı şeyin yerini almağa çalışıyorlardı. hepsini adım adım kendi müntehalarına, her insanda mevcut o sadece bir tek an olmak iddiasına, ölümle hayatın müşterek manasını taşıyan o keskin bıçak sırtına taşınmağa çalışıyorlardı.

kaba, iğrenç, ulvi, veya budala, dünyadan el çekmiş, veya sadece iştiha, herkes tek bir şey olmağa doğru gidiyordu. bir kısmı ise sadece dağılıyordu. bir duvara atılmış gevşek bir buz parçası gibi görünmez zerreler haline giriyorlardı. bunlar ömürlerinin tecrübesini henüz benimsememiş, yahut hiç benimsenmiyecek yumuşaklar, hulya adamları, biçareler, ya hakikaten yahut talihlerinin icabı garip bir mürahiklikte kalanlardı.

küçük ve tecrübesiz bir orospu, esmer ve cılız vücuduyle çamurda kalmış bir mısır koçanına benziyen biçare bir mahluk, dirseğini aşığının dizine dayamış, ona yavaş bir sesle şarkı söylüyordu. sesi ekşimiş ve küflü bir hamura benziyordu. ikide bir hıçkırıyor, gırtlağına kadar yükselen alkolün tazyiki altında yüzü değişiyor, fakat hıçkırık kesilince şarkısına devam ediyordu.

biraz ötede, üç erkek tek başlarına oturmuşlar, konuşuyorlardı. birinin elleri masanın üstünde. mütemadiyen tempo tutuyordu. ortadaki, hayatının zafer anlarından birini yaşadığı muhakkak olan bir zavallı, -ellilik bir adam- yavaş ve ahenkli olmasına çalıştığı bir sesle kelimeler üstünde durarak. dinlenerek bir şeyler söylüyor, bazen iki eli birden meze tabaklarının üstüne uzanıyor, onlara dokunmadan planlar çiziyor, her sözün nihayetinde öbürlerinin yüzüne bakıyor; kendi ehemmiyetinin idraki içinde kim bilir hangi hayali binayı, o hiç tahakkuk edemiyecek hulya saraylarından birini kurmağa çalışıyordu. bu, fikri bulan adamdı. yarın sabah unutursa ne çıkar? akşamleyin tekrar burada, bu veya buna benzer bir masanın başında onu daha zengin bulacaktı.

mümtaz, elleriyle durmadan tempo tutan gencin yüzüne baktı. mümkün mertebe bu hakikatler ocağından uzak kalmağa çalışır gibi bir hali vardı. onun, fikrin sahibini kıskandığı, düşüncesinin onunla dövüşmemesinden mustarip olduğu muhakkaktı. bununla beraber, dalgınlığın arasından onu dinliyordu. ötekinden, asıl hayran görünenden ziyade sahte dalgınlığı içinde ne bir kelimeyi ne de bir jesti kaybediyordu. nefretle, kıskançlıkla, her kelimeye içinden ayrı ayrı itirazlar ederek dinliyordu. yarın bu kelimeler aynıyle ağzından çıkacak, bu jestler tekrarlanacaktı; başka türlü olmasına da imkan yoktu. mümtaz bir daha bütün bir şüphe içinde gencin yüzüne baktı. daha ziyade, kapanmış bir avuca, ağlamağa, saklamağa mahsus şeylerden birine benziyordu. o kadar sert ve haris bir hoşluğu çerçeveliyordu…”

(Huzur – Ahmet Hamdi Tanpınar)

 

 

sıçramak…

15 Ağustos 2012

“bir dikey tipler vardır: bunlar her şeyi sırayla yaparlar; bir kişiden ya da bir şeyden öbürüne geçerken bir öncekini bırakırlar; kendilerini yeni bir sevgiliye adadıkları zaman, bir eski sevgilinin gelip onları kışkırtmasına sinirlenirler. bunlar romantiktir, hiç büyümezler. bir de yatay tipler vardır: bunlar oldukça geniş bir değerler dünyasından yaşantı zenginleştirirler, eski tanıdıklarından vazgeçmeden yeni insanlarla ve şeylerle ilgilenmesini bilirler; serinkanlılıklarının, köklü inançlarının yardımıyla birbirinden oldukça değişik tutkuları denetleyecek ve yola getirecek gücü bulurlar. böyle insanlar da klasiktir.”

(Yaşama Uğraşı – Cesar Pavese)

 

çûyîn (gitmek)…

14 Ağustos 2012

“Celadet Beg niha tune ye, wînda ye. Merîv çawan hînî wîndabûn û wîndakirine dibe? Kursîya wî ya ku ew hertim li ser rûdinişt, nîha, vala ye. Kên û dengê wî ye navdar di nav dîwaran de, li derekî, veşartîne. Peyv û gotînên wî yên kîbar nayên bihîstin. Masa wî ye xebat û nivisînê, bêzar û ziman, li hêviya wî ye. Pênûs, defter, û kîtabên wî, peregende, lî ser mase û refan, li hêviyê ne. Pakêtên wî yen cîxarê, plakên wî yên musîka klasîk li hêviyê ne. Kinc, cil û bergên wî lî hêvîyê ne. Zarokên wî lî benda bavê xwe ne. Ehmede Fermane Kîkî, denbêjê wî, nexweş, dî nav nivînan de, li hêviyê ye. Kewên wî yên ykta, çavgirtî, lî benda fîtika wî ne… Lê ew nayê, ew tune ye. Ne lî vê odê, ne li odê razanê, ne li hewşê, ne li kêleka bîrê, ne li çapxanê, ne li klûba tucaran a bajêr, ne lî qahwexana taxa Muhacirîn û ne jî li tu derekî dîn…”

(Bîra Qedere – Mehmed Uzun)

“Celadet Bey yok şimdi, kayıp. İnsan nasıl kaybolmaya ve kaybetmeye alışır? Hep oturduğu koltuğu boş. Kendine has sesi ve gülüşü duvarların arasında bir yerde gizlenmiş. Nazik, özenli sözcük ve cümleleri duyulmuyor. Yazı masası suskun ve dilsiz onu bekliyor. Kalemleri, defterleri ve kitapları, tek tek, masanın üzerinde ve raflarda onu bekliyorlar. Sigara paketi ve klasik müzik plakları onu bekliyor. Giysileri, iç çamaşırları, gömlekleri onu bekliyor.  Çocukları babalarını bekliyorlar. Onun dengbeji olan Ehmede Fermane Kiki hasta yatağında bekliyor, biricik keklikleri kapalı gözlerle onun ıslığını bekliyorlar. Ancak o gelmiyor, o yok. Ne bu odada, ne yatak odasında, ne avluda, ne kuyunun başında, ne matbaada, ne şehirdeki tüccar kulübünde, ne Muhacir Mahallesi’ndeki kahvehanede ve ne de uzak, başka bir yerde…”

(Kader Kuyusu – Mehmed Uzun çev:s.c.)

yen(il)mek…

12 Ağustos 2012

“benim özgürlük imgem, kadınların ayaklarını çektikleri dağlara, çağlayanlara, sahillere doğru hıçkırıyor… bakışım, kentlerin üstünden kayıp en gidilmez yerde açan çiçeğe ulaşmak istiyor.

kadınlar kentlerde mi yenildi erkeklere, eğer öyle olsaydı, istanbul uçağında, sırtımda kayaların ürpertisi yankılanmaz, parmak uçlarımda, suyun patladığı ıssız kaynakların sızısını hissetmezdim…

uçak havalanmadan önce, “korkuyorum evet, dedim arkadaşıma, geceleri karanlık bastırınca yalnız kalmak istemiyorum, kurtlar, köpekler saldıracak diye değil, aydan kan damlayacak diye de değil, insandan korkuyorum… insanın kadın olanından değil, erkek olanından korkuyorum.

dağları, ormanları, gecesi gündüzüyle bütün ıssız alanlara adım atarak, dünyayı, yitirdiğimiz yaşamsal sevinç adına geri istemeliyiz biz kadınlar…

yüksekçe bir dağın tepesine çıkıp içimizdeki korkunun kaynağına inmek için yıldızların altında tek başımıza sabahladığımız bir gecemiz olacak. ıssız, insansız bir sahile tek başımıza uyumaya gittiğimiz bir gecemiz daha olacak. dayanılmaz kalp çarpıntıları geçirip unutulmaz biçimde korkacağız belki, ama çok ışıklı bir genişlik duygusu kazanmış olarak döneceğiz evlerimize. belki uzun yıllar ormanda gecelemeye cesaret edemeyeceğiz, ormanın gecesi yüzüme kapanacak… kimbilir, kaç kuşak daha, bir köşesi kopuk, yaralı bir özgürlük duygusuyla son bulacak yaşamı kadınların, ormanlar içine çağıracak kadınları, hep içine çağıracak, ama gözlerini kaçırıp bilmezlene-rek bakıp geçecekler, o engel, o engel, durduracak onları, göğüs kafeslerindeki demir!… düşüncelerim ve duygularım o engeli aşabileceğim güçte değil… parçalanarak ördürülmüş kadınların dağlara değil de, ormanlara atılıyor olması… ormanda yürüyüşe çıkan kadınların tecavüze uğrayarak ağaçların gölgesinde vahşice boğazlanmaları… çürümüş yapraklar arasında koyulaşan yüzleri, yüzlerimiz… kadınlar ormanda mı yenildi erkeklere? binlerce yıl önce, ormanda mı yere düştük? meyve toplamaya gitmiştik… eteğimizde mantarlar ve kestanelerle ağaçların altında uyuya kaldık… rüyadan silkindiğimizde gece bastırmış, karanlık koyulaşırken dünya el değiştirmişti.”

(Rüyalar ve Uyanışlar Kitabı – Latife Tekin)

 

 

 

sığdırmak…

08 Ağustos 2012

“çünkü saatler dardır, her şeyi almaz
güneşte çözülür ve kayarlar bir yana.
mısırlar güçlükle büyürken yağmursuzluk
kaygılandırır dilsiz bahçıvanı.
sessiz kuşlar, bir keçi, ağır iğde ağaçları.
bir araba geçti incelmiş yoldan
el salladı biri, belki tanıdık,
belki değil, süreksizliğin eşanlamı.
ve denizin yorgun çağındaydı çocuklar
çığlıkları titretir balkondaki sarmaşığı,
çünkü dardır saatler, sığmaz biraraya
dalgınlık, deniz ve sardunya.
rüzgâr alıp götürdü balıkçı teknelerini
uzaktaki kılıçlara, ki bilemeyiz
hangi derinlikte dölleyerek denizi
gidiyorlar öyle ağırbaşlı, doğuya.

ve ocaktan çorbanın kokusu geldi demin
burun deliğine kedinin ve köpeğin.
rafta kitaplar, mavi bir şişe ve gül
donmuş kalmışlar tek başlarına.
duvarda bir resim, resimde kalabalık
köy alanı, çocuklar, çember ve zaman.
breughel nasıl da toplamış bunca
ortaklığı ve uyumu biraraya,
çünkü saatler dardır, sığdırılmaz.
güneşte her şey çözülür gider bir yana…”

(Güneşte – Melih Cevdet Anday)

tapınmak…

25 Temmuz 2012

“sevgisiz bir tanrının kinle büyüttüğü
ölüme tapınan o siyah adamlar
onlar birgün yağmurlardan sonra
güneş salkım salkım dallarda yanarken
rüzgârdan utanıp sudan korkmazlar mı?

onlar, secdesi küf kıblesi korku olanlar
onlar birgün ölüm menevişlenince içlerinde
tütmez mi kirpiklerinde “dumanı lekesiz biri?”

(Kimse Temizim Demesin – Şükrü Erbaş)

seyretmek…

25 Temmuz 2012

“gerçeğinin ve gerçeğin peşindesin her vakit, hiçbir şeyin onu bozmamasını, böylece seni sona yaklaştırmasını kuruyorsun; yutulmanın sonunu seyretmeyi hakettim diyorsun; seyretmeyi kendi biricik gerçeğini; yutanın üzerinde neyi ne kadar değiştirebildiğini; belki de hesaplaşmayı (neyle, kiminle?); işte şimdi olduğu gibi bu metni okuyanların gözü önünde insan kendi üzerine oynadığı ve oynanan oyunların içine ne kadar battığını yansızca algılayabilir miydi peki, ilerde tarihin dönüp bakacağı bir motif olmasını umut ettiği kendinin!”

(Cüce – Leyla Erbil)

sığınmak…

19 Temmuz 2012

“…bir gece rüzgârı olup, kız kardeşinin parayla
açılan kucağına sığınmıştım;

üzerimizdeki ağaçtan sarkıyordu saçların,
ama sen yoktun.

biz dünyaydık sanki, sense büyük kapının
önünde bir çalılık…”

(Bütün Bir Hayat – Paul Celan çev: Ahmet Cemal)

parçalamak…

18 Temmuz 2012

“bana jess derdi, çünkü şahinlere takılan gözbağına bu ad verilir. onun şahini bendim. koluna asılır, yemeğimi avcundan yerdim. burnumun keskin ve zalim, gözlerimin ise deli olduğunu söylerdi. bana yumuşak davrandığı takdirde onu parçalayacağıma inandığını da söylerdi. geceleri dışarı çıkacak olursa beni karyolamıza zincirle bağlardı. uzunca bir zincirdi bu, gerektiğinde oturağı kullanabiliyordum, pencerenin önünde dikilip gece geç gelen baykuşları bekleyebiliyordum. baykuşların sesine bayılırım. av peşine düştüklerinde kanatlarını birden yaymalarına bayılırım. sonra dalıverirler ve acı çeken bir aşık gibi ulurlar. birlikte ata binmeye gittiğimizde de kullanırdı zinciri. onunki kadar güçlü bir atım vardı. atımı arkadan kırbaçlar, ağaçların arasında dört nala gitmesini sağlardı. bizi yarım baş geriden izler, ikide bir zinciri çekerek eğlenip eğlenmediğimi sorardı. en hoşuna giden şey, seviştiğimizde beni üstüne almak, sırtımın girintisini sıkı sıkı tutmaktı. titreyen mum ışığında gözlerini oymayayım diye beni üstüne almak zorunda kaldığını söylerdi. ben onun dediği şeylerden hiçbiri değildim, ama zamanla oldum. bir gece, haziran ayındaydı sanıyorum, kolundan uçtum, karaciğerini gövdesinden oyup aldım, kemirerek zincirimi kopardım, onu yatağın üstünde gözü açık bıraktım. gözlerinde şaşkınlık ifadesi vardı, neden bilmem. aşığına nasıl görünüyorsa öyledir insan…”

(Vişnenin Cinsiyeti – Jeanette Winterson)

koparmak…

16 Temmuz 2012

koparan kim akşamın
önüne dev gibi gerilip
alışkın elleriyle geceyi
dilim dilim

gördüm karanlığı salgılıyordu
sert maddelerden yapılmış
iri bir yanlış

o gitti ben gittim
sonunda müthiş bir kuşluğa vardık
şimdi çocuklar da soruyor
kimdir ayımızı örten kadavra

(Kim – İlhami Çiçek)

bükülmek…

12 Temmuz 2012

“gerçek yaşamla yaşanmamış yaşam arasındaki, olduğumuz kişiyle olmak istediğimiz kişi arasındaki en kısa mesafe, m.c.escher’in şeytani bir acımasızlıkla tasarladığı bükümlü bir merdivendir…”

(Adınla Çağır Beni – Andre Acıman)

yanmak…

11 Temmuz 2012

“yıkıntılardan geçtim, eski mezarlardan
şimdi artık bir anımsamada yeri olmayan
arı kümeleri taşların arasında
ve yukarıda kuşlar yanmış kağıt parçaları gibi
uçuşuyordu da
ağır ağır yanıyordu da şehir
yanmayan kadınlar gördüm
nasıl görünürse dünya gözyaşının altından
tam öyle, dönüp duruyorlardı bu cehennem oyununda
ve büyümeyen adamlar gördüm, hiç şaşırmadım.
konuşuyorlardı sırayla, ilgisiz
ağaçlara asılmışlardı bir yandan da
bir kapı kirişine asılmışlardı ve ufka
ölüm müydü konuştukları? ölümdü anlaşılan
silince bir aynayı çıkıveren karşılarına
bir ölümdü ki, işte bir muska asılı dururdu duvarda
bir büyü gösterilirdi
bir kuyu sezdirilirdi
hiç yoktan bir zincir boşalırdı avluda…”

(Ölü Sirenler – Edip Cansever)

sezmek…

10 Temmuz 2012

“…düşler
ne kadar safsalar o yükseklikten düşer ölürler
şimdi dört yapraklı bir yoncayı kokluyorum ben
eski düşüncelerin gömütünde boy atmış yonca
ve soruyorum saflığın ve bekleyişin kefeninde toprak olan o kadın
gençliğim miydi benim?
çıkabilecek miyim yeniden o merak merdivenlerinden?
merhaba diyebilecek miyim o iyi tanrıya çatılarda dolaşan?

seziyorum zaman geçip gitti artık
seziyorum an, tarihin yapraklarından benim payıma düşendir
seziyorum aldatıcı bir aralıktır bu masa saçlarımla o garip ve kederli
adamın elleri arasında

bir şey söyle bana
teninin tüm sevgisini sana bağışlayan insan
ne istiyor diri kalma duygusundan başka?
bir şey söyle bana
kıyısındayım pencerenin
ve güneşle bağlantıda…”

(Pencere – Fûruğ çev: Onat Kutlar – Celal Hosrovşahi)

kurumak…

30 Mayıs 2012

“bütün yapraklarım “sevmiyor” diye,
ucuz bir hediye olamam gerçi, 
ama bilinir ki;
ne zaman bir çiçek dalında kurusa,
bir sevgili daha çok üzülür…”

(Papatya – Özge Dirik)

tükenmek…

28 Mayıs 2012

“bir ağaç sürüsünün üstünden
çok ağaçlı bir ağaç sürüsünün üstünden
kesilmiş limon dilimleri gibi düşüyor güneş
votka bardağımın içine
benim olmayan bir sevinç duyuyorum.

kesiyorum durduğumuz yeri ortasından
ey görünüş! seni bir yerinden hiç anlamıyorum
dibimde değil ayaklarımın, damarlarında
derinliğini orda tutan, orda harcayan
uçsuz bucaksız bir uçurum.

zamanla değil, bir yerde
benim olmayan bir şeyle yaşlanıyorum
geçiyorum ilk şeklimi tüketerekten
ağır ağır yanan bir tuğla harmanını
billurdan sarkaçlarıyla.

kalbim, sersemliğim benim…”

(Uçurum – Edip CANSEVER)


an’mak…

26 Mayıs 2012

7 ağustos 2004’ün anısına…

“sevginin aşırı olması, onu sevgi yapan şeylerden, başlıca şeylerden biri. ama karışıcı, engelleyici olmaması gerekir. onu çok doğru söylüyorsun. destekleyici, ilerletici bir sevgi yapmak için onu, iki kişinin de bütün gücüyle uğraşması gerekir. ne tuhaftır ki, engelleyici, karışıcı olan sevgi, çoğu zaman ya sevgisi ya gücü az olan tarafın sevgisidir. çok seven, güçlü olan, engellemez çoğu zaman, aydınlık getirir…”

(Halûk’a Mektuplar – Bilge Karasu)

yok olmak…

25 Mayıs 2012

“heyula bilir ki yaşam boşluk tanımaz, hemen doldurur. yok olan için yakılan ağıtlar, nefes almayı nadiren engeller…”

(Heyulanın Dönüşü – Yiğit Bener)

avlanmak…

22 Mayıs 2012

“kaçıp sana saklanıyorum akşam oldu mu,
sana dokununca mı denizleniyor masa.
senin avcıların mı çok hayvanları kovalayan
sıkıntımın ormanında?…”

(Sığınak – Ahmet Oktay)

adlandırmak…

20 Mayıs 2012

“radyoda çok eski bir caz parçası çalıyordu.
adını bilmiyordum.
senin de adını bilmiyordum.
asla da öğrenmeye çalışmadım.
senin adının olması, her şeyi zedeleyebilirdi…”

(flu’es – küçük iskender)

kutlamak…

13 Mayıs 2012

yırtarak geçiyor kalbimizden
hayatı da törpüleyen zaman

şuramızda birşey var
acıya benzer
umuda benzer
böyle günlerde hayat
hem acıya, hem acıya benzer
gün ölümle başlatıyor hayatı
her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor
her sabah ölümü anlatıyor gazeteler
sol köşede ölümü kutsallaştıran bir fotoğraf
yeni bir cinayetin röntgenini çıkartıyor gövdeme
beynim sabırla keskin
iğdişliyor haber bültenlerini, yorumları, sahte ölüm ilanlarını
bizim ilanlarımız çoktan verilmiştir
gelirse de bilinir nerden ve nasıl
böyle ölümün yücedir adı
ha kanağacı canım, ha gelincik tarlası
çünki ölümün kanıdır besleyen
bir başka baharın tohumlarını
şuramızda birşey var
bizi onduran şey
acıya saran
umudu kuşatan

kalbim: kalbim mi desem
var kalbim: yaşayan ben
hayatla ölümle cinayetle
gazetelerde, radyolarda, eski üniversitelilerde
eski prof hocalarla
yaşayan ben: geç mi kaldık/kabul edemem
ah benim sevgili annem
oğlunda elbet yurtseverden
birgün bırakırda sizi yüzüstü
yüzüstü değil: elbette bizüstü
bırakır da: kötü sarmaşıkları, yaban güllerini
bırakır da: sekizyüzlük hırtları, şunları, bunları
giriverir senin sıcacık kucağına
yani hem sana karşı, hem senin için
giriverir o yanılmaz tarihçinin yaprağına
ölüm mü dedim annem
ölüm senin gibi güzel annelerin
senin gibi güzel çocuklar feda etmiş
o tarih atlasında
bir kırmızı gül olur ancak
koksun diye çocukların bahçesi

şuramızda, tam şuramızda
kanserli bir virüs gibi kanımıza karışsa da bizi yaşatan günler perişan

işte bir bir kırıyorlar dalıylan
yeryüzünün olgunlaşan meyvelerini
çünki biliyorlar vakit dar
oysa dalları kırılmayan ölür mü sonsuz ağaç
hayatı pekiştiren kökümüz var
dünyayı emeğe kazandırmak için
hayata ve ölüme sonsuz bir anlam veren
kanağacına sözümüz mü var

biz şimdi gidiyoruz gibi ya dostlar
birgün döneriz elbet
acısız, adsız

ölümsuyu sürünün
sürünün ölümsuyu
bir ölü bir dirinin kanıdır
besler hayatsuyu

şuramızda, tam şuramızda
tarihe nasıl anlatsam

ey anneleri korkutan
bizi yaşatan kan

günler perişan

(Günler Perşan – Arkadaş Z. Özger)

söylemek…

13 Mayıs 2012

“beni özlediğini söylemen yüreğimde küçük sıcak bir kömür gibi yanıyor. seni o kadar özlüyorum ki. ne kadar özlediğime asla inanamayacaksın veya bilemeyeceksin.  günün her anında. acı veriyor ama aynı zamanda da hoş bir duygu, bilmem ne söylemek istediğimi anlıyor musun? söylemek istediğim, birisi için böyle şiddetli ve ısrarlı bir duygu beslemek güzel bir şey. bir canlılık işareti. (şaka yapmıyorum)”

(Virginia Woolf & Vita Sackville-West Mektuplaşmaları)

ödemek…

11 Mayıs 2012

“ödenecekler ödendi bu yaşama” demişti Hayalet*
kanayan bir yaraya dönüştürdüğü gözlerini
yumarak Panayot’un tezgâhında.
“bu alım satım dünyasında” demişti
“bir ötekinin yurtsuzu herkes
evimi sırtımda gezdiriyorum bu yüzden”
alayın da acıdan kaynaklandığını
ondan öğrendim ben. boşanmıştı güz
yaralı kentin bütün bentlerinden;
tam çukura indirilirken
babası dövünen birini görünce, “yine” demişti
“yanlış cenazeye geldim”
elinde buruşturarak bir çınar yaprağını…

* Oğuz Hâluk Alplaçin (nam-ı diger “Hayalet Oğuz”)

(Kara Bir Zamana Alınlık – Ahmet Oktay)

iz sürmek…

04 Mayıs 2012

“yoksullar, paranın ulaşılmaz bir vadinin yedi mağara sonrasında gömülü “hazine” olduğunu düşünmeselerdi, izini şehrin içinde, hırlı hırsız ruhlarıyla bir ayini ikmal edercesine sürerler miydi? kendilerine kurabilecekleri tek hayat, gerçeğin dışında olduğu için bulutsu bir yere itelendiler ve ömürleri, başkalarına ait olan bu dünyayı tüketemediklerinden, hayali bir yolculuk şeklinde seyretti. son karanlıkta ilk ışığın buluştuğu ortamlara hasta olduklarından, topluca gard alıp hayatı seher denen gurbette yaşadılar. yokluğun gözünden görünen dünya sessizliğin sislerinde yitip gitti…”

(Buzdan Kılıçlar – Latife Tekin)

acımak…

25 Nisan 2012

“bir cehennemi göstermek, elbette, insanların o cehennemden nasıl çıkarılacağı, cehennem ateşinin nasıl söndürüleceği konusunda herhangi bir şey anlatmaz bize. yine de, başkalarıyla paylaştığımız şu dünyada, bazı insanların, insanların kötücüllüğü ve sapkın yanlarının ne denli ıstıraplara yol açtığını bilmesi ve bu konuda görüşlerini derinleştirmesi kendi içinde hala olumludur. ahlaksızca davranışlarla her karşılaştığında sürekli serseme dönen, insanların başka insanlara karşı nasıl dehşet verici derecede zalimleşebileceğinin fiili kanıtlarıyla her yüz yüze gelişinde hayal kırıklığına uğramaya (hatta, gördüklerinden kuşku duymaya) devam eden birisi, ahlaki ya da psikolojik açıdan yetişkinliğe varmış değildir…”

(Başkalarının Acısına Bakmak – Susan Sontag)

ölmek…

24 Nisan 2012

“kürtçe dedi anneannem, kalbin dilidir. türkçe, müziktir. bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı, parlak. bizim dilimiz, diye bağırdı acının dilidir. ölümü tattık hep; dilimizde nefretin, acının yükü var…”

(Yaşayanlar ve Ölüler – William Saroyan)

çarpışmak…

21 Nisan 2012

“Ve güneş yasak
Duvarlar vardır
Ve korkunçtur yalnızlığı ranzaların
Sen yatağında yanüstü düşmüşsün
Dudaklarında dost cıgaran
Kaysılar belki bu gece çiçek açacaktır
Çalmış kışlaların yat boruları
Kalmışsın en güzel kavgaların haricinde
Kalbin, Zonguldak’ta çökmüş bir kuyu
Kafan, sokak çarpışmasıdır Çin’de…”

(isimsiz – Ahmed Arif)


öğrenmek…

11 Nisan 2012

“hala bir şey konuşmamıştık. fakat artık buna hayret etmiyordum. onun sessiz sedasız yaşayışı, tahammül edişi, insanların zaaflarına merhametle ve edepsizliklerine eğlenerek bakışı kâfi bir irade değil miydi? beraber yürüdüğümüz zamanlar yanımda gidenin bir insan olduğunu bütün bir kuvvetimle hissetmiyor muydum? bu sıralarda insanların birbirlerini aramaları, bulmaları ve birbirlerinin içini seyretmeleri için konuşmanın neden muhakkak suretle lazım olmadığını, neden bazı şairlerin boyuna, tabiatın güzelliği karşısında yanlarında konuşmadan gidecek birilerini aradığını anladım. yanımda ağzını açmadan yürüyen, karşımda ses çıkarmadan çalışan bu adamdan, ne öğrendiğimi iyice bilmediğim halde, bana senelerce ders veren birinden öğrenebileceğimden çok daha fazla şeyler öğrendiğime emindim…”

(Kürk Mantolu Madonna – Sabahattin Ali)

sormak…

07 Mart 2012

uzaklığın mektup beklemiyor
epeydir göremiyorum yüzünde yüzümü.

şimdi o ilk hevese eğilen ağaçları suluyor yokluğun,
çölün sessizliğiyle büyütüyor, kuzeyin sisiyle
içimin dibinde kımıldayan keder çiçeğini.

durmuştum sana
inancın yedi kat gövdesiyle
kayıp bir dille, ağzımda bilmediğim bir dua
göğüne gelmiştim senin, değişmek için aksimi,
eflatun sessizliğiyle ağarışının.

ateşin ve sözün bilgisinde
her şey mümkün derlerdi
çok sonra öğrendim.
sandım ki bulunacak içine döküldüğüm manaya
bir ad
görülecek güpegündüz tende ruhun fazlası.

söylemeye gerek var mı sevgilim
her aşk kalpte ilkin yanını yoklar,
kör atlar kadar tedirgin üstelik:

sorsam şimdi alınır mısın
neydim gecende, gündüzünde kim?

(Mazrufun Sesi – Filiz Zibek)

önermek…

29 Şubat 2012

“her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki kötülük biraz daha artar. vaaz verme çılgınlığı içimizde öylesine yer etmiştir ki, korunma içgüdüsünün bilmediği derinliklerden doğar. her insan kendisinin bir şey önereceği anı bekler. ne önerdiği önemli değildir. bir sesi vardır ya, o yeter. çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinai cömertliğinin kesesinden harcar, hepsi mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi herkesin adımlarına yön vermek ister: ortaklaşa hayat bundan ötürü tahammül edilmez bir hale gelir, insanın kendi hayatı daha da çekilmez olur… başkalarının hayatına hiç karışmadığı zaman kişi, kendi işleri için o kadar endişe duyar ki, kendi benliğini bir dine çevirir ya da tersten havarilik yaparak benliğini yok sayar…”

(Çürümenin Kitabı – Emil Michel Cioran)

çekilmek…

16 Şubat 2012

kanın uzun uykusundan sonra

kuyuları başında anlamın:

hikayesi olmayan aşk yoktur

gitgide daha da karanlığa

yanıt istemediğin soruların
gövdesine çekiliyorsun, demiştin.

kitabın okunmamış son bir sayfası var
bunu hep sona bırakırım, dedin

çünkü

burada, o boşlukta
yanmış ve sönmüş ateşlerin sabahında

kızılın hırçın yenilgisinde

tenden geçen mağma
dudaklarından taşan lav

beni bir çığlığa çevirirdi

ıslak saçları gecenin
mor burçlarında:

tüylerini örten çiğde
kaybettim ben yolumu
öpüşlerinin yanlış haritasında
hep bir pusu tedirginliği

biz sabahtan konuşmuştuk
ama değil
hala geceydi

uçurum geçen geyiklerin
büyüsünden söz etmişti

ben vadinin dibinde kendimi:
kurbanlarımın kanından bir ceset

olarak buldum:

dönüp dolaşıp
aklımın yontusuna çarpan ölü.

bana
gitgide karanlığa çekiliyorsun demiştin:

kanın uzun uykusundan sonra
kuyuları başında dün’ün;

kitabın okunmamış
son bir sayfası var çünkü:

vardıkça

tuhaf

ama büyüsün diye suladığım
kördüğüm;

onun

karanlığını gördüm.

(Kanın Uzun Uykusundan Sonra – Emirhan OĞUZ)

eskimek…

14 Şubat 2012

“…oysa aska ilişkin anılar, hafızanın genel yasalarından bağımsız değildirler; hafızanın kuralları da, alışkanlığın daha genel yasalarına tabidirler. alışkanlık her şeyi zayıflattığı için, bir insani bize en iyi hatırlatan şey, aslında unuttuğumuz şeydir (önemsiz olduğu için unutulmuş ve bu sayede bütün gücünü koruyabilmiştir çünkü) işte bu yüzden, hafızamızın en güçlü kısmı bizim dışımızda, çisentili bir rüzgârda, bir odanın rutubet kokusunda veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk andaki kokusundadır; kendi benliğimize ait, zekâmızın ise yaramaz diye küçümsediği şeyi, geçmişin son ve en güçlü kalıntısını, bütün gözyaşlarımız dinmiş gibi görünürken hala bizi ağlatabilen şeyi bulduğumuz her yerdedir. bizim dışımızda mı? daha doğrusu içimizdedir, ama bizim kendi bakışımızdan gizlenmiş, iyi kotu devam eden bir unutuşa gömülmüştür. ancak bu unutuş sayesindedir ki, anasıra eski benliğimizi bulur, olaylar karşısında o eski benlik gibi tavır alır, artık kendimiz değil, o insan olduğumuz için ve simdi bizim ilgisiz kaldığımız şeyi o insan sevdiği için, yeniden acı çekeriz. günlük hafızanın parlak aydınlığında, geçmişin hayalleri yavaş yavaş solar, silinir, sonunda geriye bir şey kalmaz; onları bir daha bulmamız mümkün değildir artık. daha doğrusu, bazı kelimeler özenle unutuşa gömülmüş olmasaydı, bu hayalleri bulmamız mümkün olmazdı; tıpkı bir nüshası ulusal kütüphaneye teslim edilmeyen bir kitabin bulunmasının imkânsız olabileceği gibi.”

(Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde – Marcel Proust)

düşüvermek…

04 Şubat 2012

ben az konuşan çok yorulan biriyim
şarabı helvayla içmeyi severim
hiç namaz kılmadım şimdiye kadar
annemi ve allahı da çok severim
annem de allahı çok sever
biz bütün aile zaten biraz
allahı da kedileri de çok severiz

hayat trajik bir homoseksüeldir
bence bütün homoseksüeller adonistir biraz
çünki bütün sarhoşluklar biraz
freüdün alkolsüz sayıklamalarıdır

siz inanmayın bir gün değişir elbet
güneşe ve penise tapan rüzgârın yönü
çünki ben okumuştum muydu neydi
biryerlerde tanrılara kadın satıldığını

ah canım aristophones
barışı ve eşek arılarını hiç unutmuyorum
ölümü de bir giz gibi tutuyorum içimde
ölümü tanrıya saklıyorum

ve bir gün hiç anlamıyacaksınız
güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum
düşüvericek ellerinizden ellerinizden ve
bir gün elbette
zeki müreni seviceksiniz

(zeki müreni seviniz)

 (Merhaba Canım – Arkadaş Z. Özger)

hırpalanmak…

03 Şubat 2012

“şaşkınlık ve ürküntüyle o büyük yapının önünde bekleşen, neyi, kimi, ne için beklediklerini bilmeden öylece durup bekleşen kalabalığın arasından geçti. kimseyi görmeden. kana, çamura, ise bulanmış acı dolu yüzleri, enseleri, çıplak ayakları, düşkün ve hırpalanmış gövdeleri tanıyıp çıkaramadan. duymadan alanın tepesinde dönüp duran ve bütün sesleri, hıçkırıkları, yakarışları, ilenmeleri bastıran helikopter gürültüsünü. önünde askerlerin, polislerin kaynaştığı, oradan oraya seğirtip durdukları ve askeri-resmi taşıtların ölü böcekler gibi dizilmiş olduğu geniş kapıya doğru koştu. dört-beş basamaklık merdiveni çabucak atlayıp sahanlığa çıktı. orada durdu ve ne yapacağına karar verememiş bir şaşkınlıkla başını kaldırarak ‘hükümet’in pencerelerine baktı uzun uzun…”

(Kıran Resimleri – İnci Aral)

başlamak…

10 Aralık 2011

“sen bir çocuk romanı annesi ol isterdim.
ölü mısır tarlaları hışırdıyordu
ve kalbimde çıngıraklı yılan sürüleri
diye başlayan bir çocuk romanında…”

(Annemle İlgili Şeyler – Didem Madak)

*24.07.2011’de vefat eden şair Edirnekapı Mısır Tarlası Mezarlığı’na defnedilmiştir.

Yazının devamını oku »